Bir ömür boyu O’nun yarattığı şu kâinattan, yine O’nun ihsan ettiği beden ile istifade eden ve her biri ayrı bir ilâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden Rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor. İnsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı cennette verilecek ve böylece insan, cennet lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana ermiş olacaktır. Rüyet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiştir. Onların ayrıntısına girmeyeceğiz. Ana hatlarıyla, ehl-i sünnet alimleri rü’yetin hak ve câiz olduğunda, mahiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Dalâlet fırkalarından olan Mu’tezile mezhebinde ise rü’yet kabul edilmez. 

Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu, bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değil. Gerçekte bu saha aklın değil, kalbin; düşüncenin değil, zevkin sahasıdır. Ama, akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah Resulünün (asm.) ifadesiyle, "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş" bir âlem olan cenneti ve en büyük bir ilâhî rahmet olan rü’yeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz? Ama insan aklı rahat durmuyor. Öte âlemde ihsan edilecek ve ancak orada zevk edilebilecek bir hakikatin aklî izahını bu dünyada istiyor. 

Nur Külliyatından Sözler’de "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." buyrulmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret edilir. Bunun en güzel misâli rüya hadisesidir. Mesnevî-i Nuriye’de ise "Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-ı ruh mizânıyla cereyan eder." buyrulur. Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusudur. Ruh için ön, arka, sağ, sol gibi kelimeler kullanılmaz. O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim, Allah Resulü (asm.), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü. Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galiptir. Bir anda birçok mekânda birlikte bulanabilirler. Ve yine cennet ehlinin görmeleri de bu dünyadakinden çok ileri bir seviyededir. Aralarında gölge ile asıl kadar fark vardır. Dünyada sadece maddi eşyayı görebilen insan gözü kabirden itibaren artık melekleri görmeye başlayacaktır. 

Buna bir de, rü’yetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda bir feyze gark olacak ve Rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek, kendinden geçecek ve kalbi nice mânevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, Rabbinin rü’yetiyle tadacak, mest olacaktır. 

Üstad Bediüzzaman hazretleri, vahdetül-vücut meşrebi için, "Tevhitte istiğraktır." buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâlinin aslı da tariflere sığmaz bir ulviyet ile, rü’yet hadisesinde kendini gösterecektir.Rü’yeti müjdeleyen bir âyet-i kerime:"Nice yüzler o gün ışıldar, parlar; Rabbine nâzır (O’nun cemâline bakmaktadır)." (Kıyamet Suresi, 22)

Asrımızın büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: "Ehl-i Sünnet âlimleri bu bakışı "görme" mânâsında anlayarak ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. "Beni asla göremezsin."(A'râf, 7/143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı "bekleme" mânâsına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada sadece bekleme mânâsının doğru olamayacağını anlatır." Araf Suresi 143. ayette geçen "Beni asla göremezsin." cevabı, rü’yet talebinde bulunan Musa aleyhisselâma söylenmiştir. Füsus şarihi, değerli bilim ve fikir adamı Ahmed Avni bey , Musa alehisselâmın rü’yet talep etmesini rü’yete delil olduğunu beyan eder ve buyurur ki: "Rü’yet muhâl olsaydı, Musa (a.s.) böyle bir talepte bulunmazdı.

Ahmed Avni Bey, rü’yet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, ilâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade ederek cennetteki rü’yet için önemli işaretler verir. 

Rü’yetle ilgili bir âyet-i kerime: "İyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır." (Yunus Suresi, 26) Ayette geçen "ziyade" kelimesini, Allah Resulü (a.s.m.), "rahmanın cemâline nazar" şeklinde tefsir etmişlerdir.

Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili Mehmet Kırkıncı Hocanın Rü'yetullah ile ilgili şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz:

Rü’yetullah, müminlerin zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ı cennetten görmeleridir.

     Kelam alimleri arasında en çok münazara edilen mühim meselelerden biri de rü’yetullahtır.

     Rüyet konusunda  farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazı  kimseler rü'yetin hiçbir zaman  mümkün olamayacağını  ifade ederken, bazıları da  Yüce Allah'a hâşâ cisim isnad etme yoluna gitmiş ve böylece ifrat ve tefrite sapmışlardır.  Mutezile gibi bazı mezhep mensupları ise rü’yetullahı inkâr yoluna gitmişlerdir. Onların bu görüşleri sarih bir hata ve büyük bir cehalettir. Bir şeyi inkar etmek, onun olmadığı anlamına gelmez.

      Her meselede olduğu gibi, bu konuda da ehl-i sünnet cemaati sırat-ı müstakimi takip etmiş, Cenab-ı Hakk’ın ahirette mü'minler tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin ve mahiyetinin  bilinmediğini  ifade etmişlerdir. Elh-i sünnet alimleri, rü’yetin mümkün olacağı konusunda müttefiktirler. “Madem ki, Allah mevcuttur, öyle ise görülecektir. Zira mevcut olan her şey görülür; öyle ise Cenab-ı Hak da görülecektir, fakat O’nu görmenin mahiyeti ve keyfiyeti  meçhuldür.” demişlerdir.  Rüyetullaha bir mani olmadığı hem aklen  aklen hem de ayet, hadis ve icma ile sabittir.

     Evet, bu dünyada görmek için göze muhtacız, fakat uyku ile başka bir âleme geçince göze ihtiyacımız olmadan rüyada başka alemleri seyredebiliyoruz. Peygamber Efendimiz (sav.): “Saflarınızı tamamlayın. Zira ben sizi arka taraftan da görüyorum" [1] buyurarak,  göz olmadan da görmenin mümkün olduğunu ortaya koymuştur. Demek ki rü’yet, sadece göz ile hasıl olan bir keşif değildir.   

        Ezelden ebede, iki dünyanın zerreleri adedince, Allah’a hamd ve sena olsun ki, bize rü’yet-i cemalini vaat etti. Madem vaat etti öyle ise cemalini gösterecektir. Çünkü O’nun vadinden dönmesi muhaldir. Elbette bir mümin için, “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in” [2] rü’yetine mazhar olmaktan daha büyük bir saadet düşünülemez. Bu nimet elbette cennetlerin fevkindedir. Cenab-ı Hak bizleri de bu büyük nimete lütuf ve keremiyle  mazhar kılsın! Amin!  

     “İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış... Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet’i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal'i de görmeye müştaktır.”[3]

      Elbette ki, Cenab-ı Hakk’ın bu dünyada ve dünyevi gözle görülemez.  Rü'yetin ancak âlem-i bekada  mümkün ve vaki olacağına esas delil   şu ayettir:  "Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a)  gelip de, Rabbi onunla konuştuğu zaman, Rabbim! bana (kendini) göster, Seni göreyim! dedi. Rabbi: (ona şöyle) dedi; "Sen beni asla göremezsin,  fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse beni göreceksin.”  Rabbi 0 dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa da baygın düştü. Kendine geldiği zaman  dedi ki; "Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana tövbe ederim; ben müminlerin ilkiyim"[4]

     Hz. Musa'nın  Cenab-ı Hakk’ı görmek istemesi, O'nun görülebileceğine bir  delildir. Zira o, açıkça; "Rabbim bana kendini göster." demiştir. Eğer, rüyet mümkün olmasaydı, Hz. Musa gibi ulul azim bir peygamber, mümkün ve  caiz olmayan bir şeyi talep etmezdi. Hz. Nuh'un, tufana kapılan oğlunu kurtarmak istemesi ve  Hz. Adem ile Hz. Havva'nın yasak ağacın meyvelerini yemeleri üzerine Yüce Allah onları ikaz etmiş, fakat  Hz. Musa'nın  rüyet talebine mukabil,  onu ikaz etmemiş, Hz. Nuh'a dediği gibi "Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt veriyorum, Cahillerden olma" dememiştir. Eğer Hz. Musa da Cenab-ı Hakk’ın koymuş olduğu sünnetullah  kanunlarına muhalif bir talepte bulunmuş olsaydı elbette ki o da, diğer peygamber gibi serzenişe maruz kalır ve  Allah tarafından ikaz edilirdi.

       Hz. Musa (as.) Cenab-ı Hakk’ın bu dünyada görülemeyeceğini elbetteki çok iyi biliyordu. Fakat onun böyle bir şeyi talep etmesi, kendi heva ve hevesinden değil,  ümmetinin ona: “Rabbini bize göster” demesinden dolayıdır. Hz. Musa böyle davranmakla, rü’yetin bu dünyada mümkün olamayacağını ümmetine vahiy ile ispat etmiş ve bu noktada akli delil ile nakli delili birleştirmiştir. Yoksa Hz. Musa gibi bir peygamber elbette mümteni ve muhal olan bir şeyi talep etmez. Zira muhali talep abestir, yersizdir ve peygambere yakışmayan bir davranıştır. Mümkün olmayan bir şeyi talep etmek, ancak cahillerin işidir.

      Hz. Musa, (as.) ümmetine; “Siz Allah’ı bu dünyadan göremezsiniz” deseydi bu  kâfi olurdu. Cemal ve celal-i ilahiyeye layık olmayan bir şeyi talepten ümmetini men etmek ona vacip idi. Daha önce de  İsrail oğulları Hz. Musa’dan çok yersiz ve muhal olan şeyleri talep etmişlerdi. Zira  birçok peygamberi katletmiş olan İsrail oğullarının zulüm ve  cehaletleri yeri göğü dolduracak kadar vahimdir. 

     Büyük âlim merhum Ömer Nasuhi Bilmen de rü’yetle alakalı olan yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle buyurmaktadır:  “Hazret-i Musa bir peygamber-i âlişandır. Eğer bu rü’yet haddizatında mümteni olsaydı elbette o bunu bilir,  böyle bir istirhamda bulunmazdı. Maahaza eğer rü’yetullah mümteni olsaydı, Cenab-ı Hak, “Ben görülemem” diye buyururdu. “Sen beni göremezsin” diye buyurmazdı. Bir de rü’yeti İahiye caiz olan bir emrin vücuduna, yani dağın istikrarına tâlik edilmiştir… Bu ayet-i kerimede beyan buyrulan tecelliden murat bir nevi rü’yettir. Demek ki, dağ, bir nevi hayata, rü’yet kabiliyetine nail olmuş, rü’yet-i İlahiyeye nailiyet şerefine kavuşmuş, fakat bunun azamet ve mahabeti tesiriyle parçalanmıştır. Binaenaleyh, insan için de rü’yetullah mümkündür, fakat insanlar bu rü’yete bu dünyada tahammül edecek bir kabiliyeti haiz değildirler. Ehl-i iman ahiret hayatında bu muazzam  nimete de nail olacaklardır. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz de bir nevi uhrevi bir hayat olan miraç gecesi ulvi bir alemde bu rü’yet şerefine nail olmuştur.”[5]

      Füsûsül  Hikem adlı eserin tercümesini yapan büyük fikir adamı Ahmet Avni Konuk Bey de şöyle der:

      “Musa eleyhisselamın rü’yet talep etmesi rüyetin câiz olduğuna delildir.  Kendi ifadeleriyle; “Cenab-ı Musa’nın taleb-i rü’yeti cevaz-ı rü’yete bürhandır. Zira rü’yet muhâl olsaydı, Musa (a.s) talep etmezdi.”

     Cenab-ı Hakk’ın rü’yetine mazhariyet âlem-i ahirette olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri; “O miraç yoluyla beka âlemine girdi.” [6] buyurarak, Hz. Peygamberîn (sav.) Cenab-ı Hakk’ı, ahiret aleminden gördüğünü, bunun bu dünyada mümkün olmayacağını ifade etmiştir. İbn Abbas (r.a);  Peygamber Efendimiz’in (sav.) “Ben Rabbimi gözümle  gördüm” dediğini ifade etmiştir.  Bu hadis-i şerifi  Hz. Enes,  Hz. Ebuzer,  Hz. Kâb ve Zühri de rivayet etmiştir.

     Şunu hemen ifade eldim ki, Peygamber Efendimiz (sav.) Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “çok merâtib-i küllîyeden” geçtikten sonra, ancak Cenab-ı Hakk’ın rü’yetine  mazhar oldu. Allah Resûlü (sav.) miraç ile yedi kat semayı geçti, birçok peygamberle görüştü, kürsiyi, arşı, geride bıraktıktan sonra Sidret-ül Münteha ve Kab-e Kavsey’ne, yani imkan ve vücub arası olan ilâhi visalin en mahrem bucağına erişti,  sonsuz sırları müşahede ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar oldu.

      Müminler de Cennette böyle ali bir  şerefe mazhar olmak için,  ölüm yolculuğu ile kabir, berzah, mahşer, mizan, sırat gibi bir çok safhalarından geçtikten ve Cennete layık bir kıymet aldıktan sonra inşallah oraya girecek,   bütün latifeleri, duyguları, hissiyatları  öyle inkişaf edecek ve öyle bir kıvama gelecek  ki,  hadis-i şerifte ifade edildiği gibi,  bir dolunay gecesi,  ayı çok rahat bir şekilde  gördükleri gibi, Cenab-ı Hakk’ı da o şekilde perdesiz göreceklerdir. Musa (as.) bu şekilde bir terakki yolculuğuna çıkmadan, Allah’ı görmek istediği için,  rü’yetin dağdaki tecellisine bile  dayanamayıp bayılmıştı.

      Evet, imtihan için bu dünya misafirhanesine  gönderilen insanlardan,  Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp, O’nun istediği gibi hareket edenler,   emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, buradan şehadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır. Kalbini namaz ile tezyin edip günde en az beş defa Cenab-ı Hakk’ın manevi huzuruna çıkan müminler, cennette de biiznillah O’nun rüyetine nail olacaklardır. Evet zikirleri Allah,  muhabbet ve ünsiyetleri O’nu  hamd ve sena, tazim ve tebcil,  zikir ve tesbih olan  müminler hiç şüphesiz ki, nimetlerin en büyüğü  rü’yetullaha mazhar olacaklardır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: “O gün yüzler vardır, Rablerine bakıp parıldayan”[7]

      Ehl-i Sünnet âlimleri, rü’yetullaha dair en kuvvetli delillerden birisinin de bu ayet olduğunu ifade etmişlerdir.

      Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “O mesut kullar, (Rablerine nazar edicidir) ler. O mabud-i kerimlerini bilâkeyf ve bilâ cihetin görmek şerefine nâil olacaklardır. Böyle bir tecelliye mazhariyet ise bütün manevi zevklerin fevkinde bulunacaktır.” [8]

      Merhum Hamdi Yazır Efendi ise bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur: “Nice yüzler o gün nedaretlidirler. Muvaffakiyet neşesiyle sürur içinde ışıldar, parıldar. Çünkü إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ Rabbine nâzırdır. Onun cemaline bakmaktadır. Ehli sünnet bu bakışı rü’yet manasıyla anlayarak ahirette müminlerin cemalullahi rü’yetini ispat etmişlerdir. لَن تَرَانِي  ye sarılan Mutezile de bu bakışı intizar manasına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye irmiyen intizarın neticesi neşe değil, inkisarı hayal ile elem olacağından burada sade intizar manasının doğru olamayacağını anlatır.” [9]

     Büyük Alim Konyalı Mehmed Vehbi Efendi ise bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

     “Yani, insanlardan birçok kimselerin yüzleri nadratlı ve Behçetli ve görmüş olduğu nimetler üzerine sürurlu olur. Bu nimetlerden en büyüğü Vacip Tealanın cemalini müşahede ile mütenaim olmaktır.

    Fahri Razi’nin beyanı veçhile bu âyet; ahrette bazı kimselerin Allah’u Tealâ’yı görmek için indel akıl bir mani yoktur. Çünkü Vacip Tealâ mevcuttur, her mevcudu insanın görmesi caizdir ve naklen de rü’yet-i İlahiye vaciptir. Çünkü; rü’yet-i İlahiyenin vuku bulacağına delalet eder bir çok nusus-u celile vardır. Binaenaleyh; ehl-i imanın Vacip Tealâ’yı göreceklerini itikat etmesi vaciptir. Ehl-i sünnetin mezhebi de budur. Amma firak-ı dalleden Mu’tezile bu dünyada rü’yete lazım olan şartları nazar-ı itibara alarak ahrette rü’yeti inkâr ederler. Halbuki rü’yete bu dünyada lazım olan şartlar ahirette lazım olmaz. Zira; ahirette rü’yet bir kuvvetle olur ki, o kuvvetin halıkı Allahü Tealâdır. Kendi cemalini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında  görmeye liyakat ve kuvvet halk eder, gösterir. Binaenaleyh; ahrette  rü’yet bu dünyadaki rü’yete kıyas olunmayacağından rü’yetin dünyada levazımından olan şartlar ahrette lazım olmaz.”[10]

      Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:  “İyi davrananlar için Cennet ve nimetleri ve (bir de) ziyade vardır.”[11] Bu ayette  geçen "ziyade" kelimesi, "Allah'a nazar etmek" şeklinde tefsir edilmiştir. Ubeyy b. Ka'b'a  isnada göre, Hz. Peygambere "ziyade" kelimesinin manası sorulduğunda, Hz. Peygamber (sav.); "Rahman’ın vemaline nazardır" diye cevap vermiştir. Ayrıca bu hadis-i şerifi, Hz. Ebubekir, Hüzeyfe İbn Yeman, Abdullah İbn Abbas, Said İbn Müseyyeb,  Hz. İkrime, Amr İbn Sad ve Katade gibi meşhur zatlar da  rivayet etmişlerdir.

    "Ziyade"nin Cennet nimetlerinden ayrı bir şey olduğunu Fahrettin Razi Hazretleri şöyle ifade etmiştir: "Üzerine ilave olunan şey, belirli bir miktar ile tayin edildiği zaman "ziyade"nin o şeyin cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin olunmamışsa, "ziyade"nin ondan başka bir şey olması gerekir. Mesela, bir kimse, "Sana on kilo buğday ve bir de ziyade verdim" derse, bu ziyadenin buğday cinsinden olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin "Sana buğday ve bir de ziyade verdim" derse, buradaki "ziyade" buğdaydan farklı bir şey olması gerekir ve öyledir."[12]

     Evet ayette "Cennet ve bir de ziyade" ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin, Cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir.

      Buhâri ve Müslim’in meşhur hadislerinde yer alan, Ebu Said ve Ebu Hüreyre’den rivayet edilen sahih bir hadiste şöyle buyrulur: Ashaptan bazı kimseler: “Ey Allah’ın Resulü! Biz kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular.  Resulullah (sav.): “Sizler, bulutsuz bir günde güneş ve ayı görmekten rahatsız olur musunuz?” diye sordu. Onların hayır demeleri üzerine  Allah Resulü (sav.) şöyle buyurdular: “İşte siz Rabbinizi böylece göreceksiniz.”

     Cerir İbnu Abdillah’tan rivayet edildiğine göre: Resulullah (sav) bir dolunay gecesi, aya baktı ve: "Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin).”[13]

     Burada Ay’ın görmeğe teşbih edilmesi, rüyetin perdesiz, cihetsiz, net ve kesin olarak tahakkuk edeceğine işarettir. İmam-ı Azam Hazretleri “El- vasıyye” adlı eserinde şöyle der: “Cennet ehli için keyfiyetsiz, cihetsiz, teşbihsiz olarak Allah’a kavuşmak haktır.”

     Evet, cihet ve yön beden için söz konusudur. Ezeli ve ebedi olan Cenab-ı Hak maddeden ve cisimden münezzehtir ve mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez. O, vehimlerin tasavvurundan, zihinlerin takdirinden, akıl ve fikrin ihatasından,  zamandan ve mekândan münezzehtir. Çünkü O, Vacib’ül vücuttur, ezeli’dir, ebedi’dir.

        “Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı, bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rubûbiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbîr ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhâldir.”[14]

Cenab-ı Hakk’ın  mebde' ve müntehası yoktur. Uluhiyet ve rububiyette dengi, eşi, misli, benzeri, şeriki, şebihi ve yardımcısı yoktur. 

      Evet, Hâlık'ın mahiyeti başka, mahlukatın mahiyeti başkadır. Hiçbir eserin, ustasına benzemediği bilinen bir gerçektir. Meselâ, bir saat ne zâtı, ne mahiyeti, ne sıfat ve fiilleri itibariyle ustasına benzemez. Bunların her ikisi de mahlûk cin­sinden oldukları halde, aralarında bu kadar büyük bir mahiyet farklılığı olursa, elbette ki,  bütün varlıkların Hâlık'ı olan Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyeti de  O'nun yarattığı  hiç bir  mahlukun mahiyetine  benzemeyecektir. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi;

“Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de  benzemiyor.”[15]

      Peygamber Efendimiz (sav.)  başka bir hadis-i şeriflerinde de şöyle buyururlar: "Cennetlikler cennete girince Allah Teala Hazretleri: "Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim!" buyurur. Cennetlikler: "Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)" derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir.”[16]  Süheyb der ki: "Resulullah bu sözlerinden sonra şu ayeti tilavet buyurdular: "İyi iş, güzel amel yapanlara, daha güzel iyilik bir de ziyade vardır.”[17]

    Muhaddisler bu hadis-i şerifi şöyle şerh ve izah etmişlerdir: “Cennet ehli için Cenab-ı Hakk’a nazar etmekten daha lezzetli, daha tatlı ve daha zevkli  bir  nimet yoktur. Cennetin her tarafından rü’yetullah mümkün olacaktır. Cennetteki dereceler farklı olduğu gibi, cennet ehlinin de dereceleri farklıdır. Bu bakımdan, her mümin iman, ubudiyet, takva, hayır ve hasenatı nispetinde, kimi haftada bir, kimi ise sabah akşam  rü’yetullah  nimetine mazhar olacaklardır. Bu rü’yet yetmiş bin perde arkasından olacaktır. Eğer o perde açılsa O’nun nuru gözün gördüğü her  yeri yakar.”

     Dört büyük mezhepten biri olan Hanbeli mezhebinin müessisi  İmam-ı Ahmed İbn Hanbel der ki: “Bize Ebu Muâviye, Abdullah İbn Ömer’den  Resullullahın şöyle buyurduğunu nakletti: “Cennet ehlinden derecesi en aşağıda olanı; iki bin sene genişliğindeki kendi mülküne bakar,….eşine ve hizmetçilerine nazar eder. Onların mertebe bakımından en üstün olanı ise; günde iki defa Allah Teâlânın zatına nazar eder.”

      Bediüzzaman Hazretleri de en büyük nimetin rü’yetullah olduğunu şöyle ifade etmektedir:

          “İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'udanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zât-ı Zülcelal’in müşahedesi, rü’yetidir ki; [18] hadîs-i kat’î ile ve Kur’anın nassıyla sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meşhur bir zâtın rü’yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalâtından binler derece yüksek olan Cennet’in bütün mehasin ve kemalâtı, bir cilve-i cemali ve kemali olan bir zâtın rü’yeti, ne kadar mergub, merak-aver ve şuhudu ne derece matlub ve iştiyak-aver olduğunu kıyas edebilirsen et...”[19]

       Yine Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in (sav.) miraçtan  getirmiş olduğunu meyvelerden birinin de rü’yetullah  olduğunu şöyle ifade etmektedir:

      “Dördüncü Meyve: Rü'yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelali Velkemal'in saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.”[20]

    İdrak İle Rü’yetin Farkı

     Bazı kimseler, özellikle de mu’tezile mezhebi rü’yetullahın mümkün olamayacağına "Gözler O’nu idrak edemez. O bütün gözleri idrak eder"[21] âyetini delil  göstermektedirler. Ayette geçen idrak kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek anlamındadır. Bu bakımdan, idrak  ile rü'yet aynı şey değildir. İdrak hususi, rü'yet ise umumidir.  Ayette asıl vurgulanmak istenen husus; “Her göz sahibi O’nu idrak edemez.” demektir. İbn Kesir şöyle der: "Bu gözler idrak edemez" demek kıyamet gününde Allah'ı göremez demek, değildir. Çünkü Allah mü'min kullarına, dilediği gibi görünecektir. Fakat gözler, Yüce Allah'ın azamet ve celâlini mahiyetiyle idrak edemezler.”

      Cenab-ı Hakk’ın  idrak etmesi ise, yarattığı her mahluku hakkıyla bilmesidir. O, her latif olanı bilir, gözleri de idrak eder. Zira gözü veren O’dur. “Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir.”[22]

 “Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki, O, göğüslerin özünü bilir. Yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, ( en ince işleri görüp bilmektedir)  ve her şeyden haberdardır.”[23]

      Malumdur ki, letâfet, kesâfetin zıddıdır, incelik manasınadır. Bir ismi “Latif” olan     Cenab-ı Hak yarattığı her mahlukun her şeyini, bütün incelikleriyle bilir, kullarına lütuf ve keremde bulunup, onlara karşı son derece şefkat ve merhamet eder.

     Evet insan her gördüğü şeyi idrak edemez.  Su üzerinde ihtisası olmayan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını  müşahede etmektedir. Büyük bir deryaya bakan bir insan, o deryanın derinliklerinde nelerin olduğunu idrak edemez, inci, mercan ve yakut gibi paha biçilmez  mücevheratları göremez. Aynı şekilde  âmi bir insan, güneşe bakınca onu bir elma kadar zanneder, ama bir astronomi âlimi, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük olduğunu, onda nice patlamaların meydana geldiğini  bilir ve görür.

  Sıradan bir insan, kanı, kırmızı bir su olarak görürken, bir doktor o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.

   Botanik ilminden habersiz olan  bir kişi bir bitkinin yüzüne   bakıp dururken, o fende terakki etmiş ve ihtisas yapmış bir kişi, onda  gizli olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.

      Fahreddin Razi, idrak ile rü'yetin farkını şöyle izah etmektedir;

   “Rü'yet ikiye ayrılır: Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sınırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrak ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü'yet ile aralarında bir fark olmayabilir.

    İkincisi ise; hudutsuz ve nihayetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrak edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü'yetin bazen idrakle birlikte, bazen de idrakten ayrı olarak meydana geldiğini söylemek mümkündür. Şimdi her iki halde de "rü'yet" kelimesinin kullanılması mümkün olsa ve mesela "falan şeyi gördüm" denilmek suretiyle, hem mücerred rü'yet, hem de idrakle birlikte rü'yet kastedilmiş olsa bile; idrak kelimesinin kullanılması ve mesela, "falan şeyi idrak ettim" denilmesi, idrak etmeksizin mücerred rü'yetin kastedilmiş olduğuna delalet etmez.

   Bundan da anlıyoruz ki; rü'yet genel, idrak ise özeldir. Her idrak rü'yettir, fakat her rü'yet idrak değildir.”
[24]

     Şunu hemen ifade edelim ki, göz her şeyi göremediği gibi akıl da her şeyi  anlayamaz, idrak edemez. İnsan sesi duyar, kokuyu hisseder, ama göremez.  Cenab-ı Hak insanı bunları görecek bir kabiliyette yaratabilirdi, ama bazı şeylerin görülmemesi de büyük bir nimettir. Eğer insan mesela elindeki mikropları görseydi, asla yiyip içemezdi. Karıncanın ayak sesini duysaydı, bu dünya onu daima rahatsız eden gürültülü bir hane haline gelirdi.

   Evet göz  her şeyi göremediği gibi,   akıl da her şeyi idrak edemez. Zira akıl da bir mahluktur, mahduttur ve sınırlıdır. İdraki sınırlı olan bir   akıl, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, ilmini, büyüklüğünü ve iradesini hakkıyla kavrayamaz, lâyıkıyla  bilemez. Bediüzzaman Hazretleri’in ifadesiyle; “İki kutbun dairesindeki hesab rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde”[25] olan  şu uçsuz bucaksız  kainatın büyüklüğünü rakamlarla ifade etmek mümkün değildir. Ancak kâinat ne kadar büyük olursa olsun, mahduttur, mahluktur, fakat  Cenab-ı Hakk’ın ilmi, iradesi ve kudreti gibi bütün sıfatları nihayetsizdir.

   Kemal-i azamet ve azamet-i kemaliyle kâmil olan Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğünü idrak etmede akıllar aciz kalır. Nitekim Hz. Ebubekir (ra):  “Allah’ı bilmede aczini bilmek, Allah’ı bilmektir.”  diye buyurmuştur.

      Bediüzzaman Hazretleri de  bu hakikati şöyle ifade eder: buyurur:

   “Ey Kebir! (Ey büyüklüğünün nihayeti olmayan ulu Allah’ım!) Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, azametini tavsîf etmekte akıllar âciz, ceberûtunun künhüne  erişmekte fikirler çaresiz kalır.”[26]

    “O’nun vasıflarının sonunu getirmekten diller tutulur. O’nu gereği gibi  tanımaktan akıllar aciz kalır.”[27]

     Cenab-ı Hakk’ın   kudreti nihayetsizdir, ilmi nihayetsizdir, iradesi nihayetsizdir, lütuf ve keremleri nihayetsizdir.  İlmi ezelden ebede her şeyi kuşatmıştır, eşyanın mahiyetini hakkıyla bilir. Yaratılan ve yaratılmayan her mevcut,  semavat ve arz, mazi ve müstakbel O’nun huzurunda ve  ilminde bir nokta kadardır. Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatları bütün sıfatları  ezelidir,  ebedidir ve mut­laktır. Çünkü O Vacib-ül Vücuddur, yani, varlığı zatındandır, ezelidir, ebedidir, olması vacip, olmaması muhaldir.

     Bütün mahlukat gibi insan ise “mümkin-i vücuttur.”  Yani, olup olmaması müsavi; bir zamanlar  yoktuk, bugün varız, yarın ise bu dünyadan ahiret âlemine göçeceğiz.

     Bu bakımdan,  mümkin olan, Cenab-ı Hakk’ın Zat-ı Kibriyasını idrak edemez. Zira; “Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.” [28]

     Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "Akıl, ubûdiyyet vazifesini ifâ içindir, esrar-ı Rubûbiyet’i idrâk için değildir,” ifadesiyle, insanın Rubûbiyyet'in sırlarını çözmek için vazifeli olmadığını ve ona gücü yetmeyeceğini  ortaya koymuştur.

  İnsan, kendi  ruhunun, aklının hatta en basit bir bitki hayatının dahi mâhiyetini tam olarak  bilememektedir. Eşyanın mâhiyetini de ancak Allah (c.c) bilir. Çünkü, mevcudatın ustası ve yaratıcısı O'dur.

      İbn Abbas’ın (ra) naklettiğine göre, bazı insanların Allah’ın zatını düşünmek istemeleri üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Allah’ın yarattıklarını düşünün. O’nun zatını  düşünmeyin. Allah’ın zatı  hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz.” [29] buyurdu.     

     Nitekim, akıl ve marifette en ileri, Cenab-ı Hakk’ı tanımada en mükemmel bir bahr-i kemalat, esmâ-i ilahiyenin en mükemmel aynası ve saltanat-ı ilâhiyenin en büyük  dellalı,  ilâhi esrarların membaı ve iki âlemin güneşi  olan  Hazret-i  Peygamber (s.a.v)  bütün mahlukatı okuyup yeryüzündeki mektebini bitirdikten sonra, miraç vasıtasıyla ferşten arşa yükseldi,  yedi kat semayı geçerek Sidret-ül Münteha ve Kab-e Kavsey’ne, yani imkan ve vücub arası olan ilâhi visalin en mahrem bucağına erişti, cenneti ve cehennemi gördü,   sonsuz sırlara vakıf oldu, oradaki harika eserleri ve nice âlemleri  okudu ve zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ı miraçtan baş gözü ile gördü. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “(Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.”[30]  Bu ne ulvi ve büyük bir makam. Beşer bunu anlamada aciz kalır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;

       “Elbette o Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukûl toplansa bir akıl olsalar, o makamın hakikatını tamamıyla ihata edemezler.”[31]

    Buna rağmen, Hz. Peygamber (s.a.v) o ulvi makamda, Allah’ın azameti karşısında acziyetini ifade eden, yerleri ve yedi kat semayı çınlatan, bütün  semavat ehlini, melekleri ve ruhanileri lebbeyk dedirten şöyle  muhteşem  ve ulvi bir ezan  okudu:

    “Subhâneke maabednâke hakka ibâdetike yâ mabud” ( Ey yaratılanların gerçek ma’bâdu! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, Seni hakkıyla tespih edemedim.”

    “Subhâneke maarefnake hakkamarifetike ya maruf”  (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir  marifetle bilemedim).

   “Subhâneke mâabednâke hakka ibadetike yâ me’ruf” (Ey yaratılanların gerçek ma’bûdu! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, Seni hakkıyla tespih edemedim.)

     “Subhâneke mâzekernâke hakka zikrike yâ mezkür” “Ey bütün yarattıkları tarafından zikredilip anılan! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, Seni hakkıyla zikredemedim.”

     “Subhâneke mâşekernâke hakka şükrike yâmeşkür” “Ey bütün varlıkların Kendisine şükrettiği! Sen’i bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, Sana hakkıyla şükredemedim.”


       Hz. Peygamber bu  şekilde acziyetini ifade ederse, elbette bizim bu aklımızla bu meseleyi anlamamız mümkün değildir. Bir ehl-i irfanın ifade ettiği gibi; “Bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatlar tartılmaz.

            İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez.
            Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
[32]

      Evet, bu dünya gölgeler âlemidir, asıllar ise  ahirette. Gölgede yaşayan bir insan, buradan asılları anlayamaz. Zira Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle; “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalbi beşere hutur etmiş” bir âlem olan cennetin mahiyeti anlaşılamadığı gibi, onun çok ötesinde  büyük bir ikram olan rü’yetin mahiyeti de bir gölge hükmünde olan bu dünyada asla anlaşılmaz, idrak edilmez.   

      Bediüzzaman Hazretlerinin Arapça olarak kaleme aldığı “Tefekkürname” adlı 29. Lem’anın tercümesinden bazı kısımları dikkatinize sunmak istiyorum:   

     “Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Zat-ı Akdes!

       Biz Seni lâyıkıyla sena edemeyiz, kemal sıfatlarını saymakla bitiremeyiz. Sen öyle bir Zat-ı Zülcelâl’sin ki, ancak Furkan’ında kendi zatını sena, habibinin Sen’in izninle Sen’i sena ve bütün masnuatının Sen’in intakınla Sen’i sena etmektedirler.

      Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Mâruf!

   Biz Sana lâyık bir marifetle Seni tanıyamadık. Sen öyle bir Hakim-i Zülcelâl’sin ki, bütün masnuatının mu’cizatıyla ve bütün mahlukatının tavsifatıyla ve bütün mevcudatının tarifatıyla ancak tarif edebilirsin.

     Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Mezkur!

     Biz Sana lâyık bir zikirle Sen’i zikredemedik. Sen öyle bir Rabb-i Zülcelâl’sin ki, bütün mahlukatının hususi lisanlarıyla ve kitab-ı kâinatın kelimatı olan bütün mevcudatının nefisleriyle ve mahlukatın olan bütün zevilhayatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri tahiyyatıyla, bütün eşcar ve nebatatın da ihtizazla zikreden mevzun yapraklarıyla zikrine layıksın

     Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Meşkûr!

     Biz Sana olan şükrümüzü hakkıyla eda edemedik. Sen öyle bir Rahim-i Zülcelâl’sin ki, gözler önündeki şehirlerin başları üstündeki ihsan içinde ihsanatının bütün senalarıyla ve kâinat çarşısındaki in’am içindeki bütün ni’metinin ve rahmetinin bütün meyvelerinin manzumatıyla ve eşcar ve nebatatın ince nazik dallarında dizilmiş bütün mevzun ve muntazam çiçek ve salkımlarının tahmidatıyla şükrüne lâyıksın.

      Sen’i her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz, ey nihayet derecede şe’n-i azam, gayet derecede zahir ve bahir burhan-ı müzeyyen sahibi Zat-ı Zülcelâl!

     Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Ma’bud!

     Biz San’a layık bir ibadetle kulluk edemedik. Sen öyle bir Ma’bud-u Cemil-i Zülcelal’sin ki, bütün melaike ve zevilhayatın, bütün anasır ve mahlukatın kemal-i itaat ve imtisal ve intizam ve ittifak ve iştiyakla ettikleri bütün ibadetlere lâyıksın.

      Biz Sana lâyık bir tesbihat ile Sen’i hakkıyla tesbih ve tenzih edemedik. Halbuki, شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَإِن مِّ  ayetinin delaletiyle, bütün semavat ve arz, içindekilerle beraber Seni tespih ederler. Hiçbir şey yoktur ki Sen’i hamd ile tesbih etmesin! Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Sen’i takdis ederim.

     Hem sema ve arz, içindeki bütün masnuatın bütün tesbihatıyla ve bütün mahlukatının bütün tahmidatıyla Sen’i tesbih eder. Ben dahi onların bütün tesbihat ve tahmidatıyla Sen’i takdis ederim.

     Hem arz ve sema, Sen’in bütün peygamberlerinin ve bütün velilerinin ve bütün meleklerinin (salat ve selâmın onlar üzerinde olsun) bütün tesbihatıyla Sen’i tahmid ile tesbih eder. Ben dahi onların bütün tesbihat ve tahmidatıyla Sen’i takdis ederim.

     Hem kâinat, Habib-i Ekremin’in (a.s.m.) bütün tesbihatıyla ve Resul-i Azam’ının tahmidatıyla (efdal-i salâvat ve etemm-i teslimatın onun ve âlinin üzerinde olsun) Sen’i tesbih eder. Ben dahi onun bütün tesbihat ve tahmidatıyla Sen’i takdis ederim.

     Ey Zat-ı Zülcelâl!

    Bu kâinat Sen’i Muhammed Aleyhisselatü Vesselamın tesbihatının sadâlarıyla tahmid ile tesbih eder. Sen bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzehsin.

     Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam öyle bir zattır ki, onun tesbihatının sadaları asırlar boyunca milletlerin üzerinde celâl ile temevvüç eder.

     Allah’ım, Muhammed Aleyhisselatü Vesselâmın tesbihatının sadalarını kâinatın sayfaları ve zamanın yaprakları üzerinde kıyamet gününe kadar daim kıl.

     Ey Zat-ı Zülcelâl!

     Dünya Sen’i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselamın âsâr-ı şeriatıyla tahmid ile tesbih eder. Sen bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzehsin.”

         Sonuç olarak, Cennet ehlinin, Cenab-ı Hakk’ın rüyetine mazhar olacaklarına şüphe yoktur. Mühim olan,  akıl ve kalp gibi bütün latifelerimizi iman hakikatleri ile nurlandırmak, ubudiyet ile cilalandırmak ve böylece cennete layık bir kıymet alıp, Cenab-ı Hakk’ın en büyük bir nimeti olan  rü’yetullaha mazhar olmaktır.

      Mevzuumuzu  Abdulkadir Geylani Hazretlerinin şu harika duası ile bitirmek istiyorum: “Allah’ım bizi dünyada varlığını(mevcudiyetini) kalb gözüyle görenlerden eyle! Ahirette ise baş gözü ile (cemaline) bakanlardan(temaşa edenlerden)  eyle!” [33]