Serendip.. Rivâyetlere nazaran, Hindistân’ın doğu tarafında bulunan, seksen fersah uzunluğunda, Hindistan’ın en uzak adası. Doğu tarafından Hind adalarının en sonuncusu. Hz. Âdem’in (as) indirildiği yer. Buraya Seylân adası da derler. Bu adanın tam ortasında bir dağ vardır. Buna Rahvan dağı derler. Semâlara doğru ser çeken bir dağ. Bu dağın üzerinde Hz. Âdem’in bir ayak izi olduğu söylenir. Bir taşta iz bırakmıştır, mübârek ayaklarının biriyle o dertli Nebî. Bu dağda her gece bulutlar görülür. Her gece yağmur yağar. Sel suları o ayak izini yıkarlar. Bu adada yâkût-i ahmer, elmas ve çeşit çeşit cevherler vardır. Bu göz alıcı cevherleri yağmur suları sağa sola sürükleyip saçarlar.

Tîyb-i rîh denilen bitki sâdece bu adada yetişir. Bu topraklar cevher yatağıdır. Çeşitli renklerdeki cevherler.. Âdem (aleyhisselâm) Hindistan’da Seylan (Serendip) adasına, Havvâ ise Cidde’ye indirilmişti, rivâyetlere göre. İki yüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duâları kabûl olup, Hz. Âdem ile Arafat Ovası’nda buluştu.

Hz. Âdem (as)’in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine âit bir mescidi olduğu rivâyet edilir. (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, s. 635). Hâlen bu adada, Hz. Âdem’in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona âit olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır. Rivâyet doğru bile olsa, bu mescid özel bir mescid olmalıdır. Çünkü ilk mâbed Kâ‘be’dir.

Târih-i Cürcân’da nakledildiğine göre, zâtın birisi şöyle der: (Serendip’te) üzeri İbrânîce olarak yazılı bir taş buldum. Üzerinde, “Ben Var’ım, Beni talep et bulursun, Benden başkasını talep edersen Beni bulamazsın. Her nerede Beni ararsan Beni orada hâzır ve nâzır bir şekilde, Beni kendine çok yakın bir hâlde bulursun. İste Beni ki bulasın. Kulum gecenin yalnızlığında Beni kendine çok yakın olarak bulursun. Dile Beni, dile ki bulasın. Bana yapmış olduğun secdelerde Beni kendine çok ama çok yakın olarak bulursun. Dile Beni ki bulasın, dile ki Beni affedici, iyiliksever ve şefkatli olarak bulasın. Ben ki Rahmânım, dile Beni ki bulasın. Beni iste ki Mâcid, Samed, Kerîm ve iyiliği bol olarak Beni bulasın…” yazmaktadır ki, bence Serendip Günlerinin özetini veren bir tablodur bu.

Serendip Günleri.. Serendip Günleri acılıdır. Serendip Günleri, yalnızlıklarla, vahşetlerle, ürpertilerle, vefâsızlıklarla dopdoludur. Serendip Günleri, âh u efgân buudludur. Serendip Günleri, tevbe-evbe-inâbe ve toparlanışın yoludur. Serendip Günleri çilelidir, buruktur; orada, yitirilmiş cennetlerin hesaplarıyla gözyaşı oluk oluktur. Serendip Günlerinde zaman geçmez, yıllar bitmez. Belki de bütün bunlar, çoğu yönleri îtibâriyle de zikre değmez. Serendip Günlerini az çok herkes yaşar; kimisi varlıkta, kimisi de darlıkta. Hâlden anlamayanlar ise bu işe şaştıkça şaşar. Nedâmetle iki büklüm olanlar da -Allah’ın lütf u inâyetiyle- o aşılmaz gibi gözüken zehir-zıkkım tepeleri, acı acı yudumlanan o günleri bir bir aşar ve son sürat, o en vefâlı kapıya koşar.

Serendip Günleri belâlıdır; bir yönüyle de celâl edâlıdır. Ancak, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet sadâlıdır. Serendip Günleri, bir zamanlar kadri bilinmeyen nimetleri idrâk etmenin adıdır. Serendip Günleri, “hayâli cihân değer” türünden olan günlerin bir bir yâdıdır. Serendip Günleri sanki Âdem Nebî’nin feryâdıdır. Serendip Günleri, bu kulluğun bir başka tadıdır. Ama genelde acı(lı)dır. Serendip Günleri Âdem Nebî ile özdeşleşmiştir. Kırk veya ikiyüz sene ağladığı söylenir o hüznün babası Büyük Nebî’nin. Sonunda o büyük Nebi, beş şey ile bahtiyâr olmuştu: Emre karşı gelmeyi îtirâf etmek; pişmanlık duymak; nefsini kınayıp kötülemek; tevbeye teşebbüs etmek; rahmetten ümidini kesmemek.. “Hemen her dönemde, muvakkaten kervandan ayrılan böyle mütehayyirler olmuştur ve olacaktır da. Ancak, pek çoğu itibarıyla çok defa böyle, geçici kopukluğun ruhlarında hâsıl ettiği ürperti ve gerilimle, sıçrayıp bir hamlede merkezdeki yerlerini almış, hattâ ayrılık hasretinin sıcaklığı ile, daha farklı bir bütünleşme, bir kıvam sergileyebilmişlerdir.” (Bir Demet Yol Mülâhazası/Ekim-97/S) Evet, Serendip Günlerinden matlûb olan, düşüşün ruhlarda yankılanması, hissedilmesi ve farkına varılmasıdır; sonra da bundan nâşi bir ürperti ve gerilimle sıçrayıp, bir ân-ı seyyâlede, güzelliklerin köpük köpük aktığı merkezdeki yere ulaşabilmektir. Bundan da öte, hasret ve özlemin vermiş olduğu olgun bir hüzünle daha farklı bir kıvama bürünme ve özün özüne kavuşabilmedir.

Serendip Günleri sadâkatı ispat etmenin, vefâyı canlandırmanın, ihlâs bezginliğinden kurtulmanın, safvet ve esmâya mazhariyete ulaşmanın ve durulardan duru bir kıvâma kavuşmanın adıdır. Serendip Günlerinde yoğun bir mahcûbiyet vardır. Serendip Günlerinde artık hüzün bir yâr-ı vefâdârdır. Emre itâattaki inceliği kavrayamama ve olması gerektiği gibi olamama ise en büyük ârdır. Genişlerden geniş olan yeryüzü, Serendip’e düşen mübtelâya, darlardan da dardır. Âh! Yaşamayana o günleri anlatmak da ne de zordur. Çünkü gün be gün yüreklerde kendini yakıcı bir halde hissettiren, sâdece bir ateş-kordur. Serendip Günleri, aslında tavzif solukludur. Hem öyle bir tavzif ki, bunda mânevî terakkî, kâbiliyet ve istidatların inkişâfı umulur.

Serendip Günlerinde bakışlar buruktur, beklentiler de, artık âciz varlıklardan her şeyin sâhibi olan Yüce Kapı’ya dönüktür. Serendip Günleri buluş, arayış, süzülüş ve öze dönüş günleridir. Kaybedelini, kaybedildiğine inanılan o en kıymetli cevheri arama mücâdelesinin verildiği arenadır.

Serendip Günlerinde uzlet bütün şiddetiyle, vahşet bütün dehşetiyle yaşanır; sessizlik, kimsesizlik, unutulmak hergün ezberden tekrarlanır. Bu günler gelip geçicidir aslında; ama geriye ne kalır! Geriye tek kelimeyle insanlık ve vefâ kalır; onlar hatırlanır, onlar özlenir, onlar biriktirilir, onlar öpülesi hâtıralar hâline gelir. Ötesi sıradanlıktır ki emsâli pek çoktur.

Serendip Yolcusu dağlara döner ve şöyle der: “Ey Serendip! Sana vedâ zamanı ne zaman! Seni ne zaman yeni dostlarınla başbaşa bırakacağım. Yetmez mi ıssız topraklarında gezindiğim. Yetmez mi pişmanlıklar diyarındaki serüvenim; bitmez mi bu gurbetim.” Sonra da vefâ tüten kapıya, sevgilinin ocağına döner ve şöyle haykırır: “Ey Sevgili! Ne Senden uzak yaşamaya tahammülüm var ne de ay yüzüne bakmaya mecâlim! İşte bu ikisi arasıdır benim hâl-i pür-melâlim.” Ve ardından, bir damla gözyaşı daha süzülür yanaklardan, ızdırabını bir kendisi bilir bir de Şah Damarından Daha Yakın Olan..